İran-İsrail Savaşı Başladı mı? Son Durum ve Kim Kazanır?
Ortadoğu… Uygarlığın beşiği, inançların doğum yeri… Ve aynı zamanda, bitmeyen krizlerin, savaşların ve güç mücadelelerinin eskimeyen sahnesi.
Bugün bu coğrafya bir kez daha alevler içinde. Dünya, İsrail ile İran arasında tırmanan tehlikeli bir çatışmayı endişeyle izliyor. Üstelik bu kez, alışıldık gerilimlerin ötesinde, doğrudan savaş var sahnede.
13 Haziran’da başlayan son çatışmalar, Ortadoğu’nun kalbine düşen yeni bir kıvılcım oldu. İsrail, yaklaşık 200 savaş uçağıyla İran’daki kritik askeri ve stratejik hedefleri vurdu. Buna karşılık İran, Tel Aviv dahil birçok İsrail kentini 100’ü aşkın kamikaze İHA ve balistik füzeyle hedef aldı. İlk saldırı dalgasında İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Komutanı ve 9 nükleer bilim insanı hayatını kaybetti. İsrail, İran’ın nükleer tesislerine ve üst düzey askeri noktalarına yoğunlaşırken; Tahran, misilleme açıklamalarıyla gerilimi daha da tırmandırdı.
Ortadoğu’nun üzerine adeta bir füze yağmuru yağıyor. Savaş üçüncü gününe girerken hem İsrail’de hem İran’da can kayıpları artıyor. Trump yönetimi “saldırılarla ilgimiz yok” diyerek mesafe almaya çalışsa da, İran’a yönelik sert tehditleri tansiyonu yeniden yükseltti. İran Dışişleri Bakanı Arakçi ise İsrail’in Körfez kıyısındaki dev bir gaz tesisini hedef alarak çatışmayı bölge geneline yaymaya çalıştığını iddia etti. İsrail’de son saldırılarda 10 kişi hayatını kaybetti, 200’den fazla kişi yaralandı, 7 kişi hâlâ kayıp.
Artık mesele sadece İsrail ile İran arasındaki gerilim değil. Bu çatışma, vekâlet savaşlarının ötesine geçerek doğrudan askeri mücadeleye dönüşen çok katmanlı bir güvenlik krizine evrilmiş durumda. F-35’ler Tahran’a yönelirken, balistik füzeler Tel Aviv’i hedef alıyor. Diplomasi suskun; artık silahlar konuşuyor. Küresel aktörler sahneye girmişken, bölgesel dengeler bir kez daha yerinden oynuyor.
Peki İran ve İsrail gerçekte neden savaşıyor? İran ile İsrail’i karşı karşıya getiren tarihsel süreç nasıl gelişti? Bu savaş sadece bugüne mi ait, yoksa çok daha derin ve eski bir hesaplaşmanın sonucu mu? Ve en hayati soru: Savaş nereye varabilir?
Bugünkü programda bu büyük kriz başlığını tüm yönleriyle ele alacağız. İran ile İsrail arasında yıllardır süren “gölge savaşın” izini sürecek, nükleer tehditlerden bölgesel ittifaklara, vekâlet savaşlarından geleceğe dair olası senaryolara kadar uzanan geniş bir çerçevede bu çatışmayı değerlendireceğiz. Çatışmaya ilişkin küresel güçlerin tutumunu ve tabii ki olası senaryoların Türkiye üzerine etkilerini de değerlendireceğiz.
2. Tarihsel Arka Plan
Antik çağlarda, Pers İmparatorluğu (bugünkü İran) ile eski İsrail arasında doğrudan bir çatışma yoktu. Aksine, Pers Kralı Büyük Kiros, Babil Sürgünü’nden dönen Yahudilere destek olmuş, Kudüs’teki İkinci Tapınak’ın yeniden inşasına izin vermişti. Bu dönemi, İran-Yahudi ilişkilerinin tarihsel kökenine dair olumlu bir örnek olarak değerlendirebiliriz.
Ancak 20. yüzyılda bölge köklü siyasal dönüşümler yaşadı.
I. Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması, Orta Doğu’da yeni sınırlar ve güç yeni dengeleri doğurdu.
1948’de İngiliz Mandası altındaki Filistin topraklarında İsrail’in kurulması, Arap-İsrail çatışmalarını başlatan gerilimlerinin başlangıç noktası oldu.
Buna rağmen, dönemin İran yönetimi (Pehlevî monarşisi) İsrail’e karşı düşmanca bir tutum sergilemedi. 1950’de İsrail’i resmen tanıyan ikinci Müslüman ülke oldu. Peki İlk ülke hangisi sizce? Evet Türkiye, 28 Mart 1949 tarihinde İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke biziz.
Neyse İran’ın İsrail ile kurduğu sıcak ilişki, Soğuk Savaş döneminde Batı bloğuna yakınlığı ve özellikle Mısır lideri Cemal Abdülnasır gibi Arap milliyetçilerine karşı geliştirdiği stratejik duruşla ilişkilidir.
Ancak 1979’daki İslam Devrimi, İran-İsrail ilişkilerini tamamen değiştirdi.
Ayetullah Humeyni liderliğinde kurulan yeni İslam Cumhuriyeti, İsrail’i gayrimeşru bir devlet ve Batı emperyalizminin Orta Doğu’daki uzantısı olarak tanımladı. Şii-Sünni ayrışması, İran Devrimi’nin bölgesel İslamcılık üzerindeki etkisi ve devrimci ideallerin ihracı, iki ülke arasındaki düşmanlığı daha da derinleştirdi. İran’ın Hizbullah ve Hamas gibi silahlı gruplarla kurduğu bağlar, bu çatışmaya asimetrik bir boyut kazandırdı.
“Vekalet savaşı.”
Bu stratejinin en belirgin örneği, 1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgali sırasında ortaya çıktı. İran destekli Hizbullah, kısa sürede İsrail karşıtı silahlı direnişin ana aktörü haline geldi.
Güney Lübnan’dan İsrail’e yönelik füze saldırıları artarken, İran doğrudan değil ama yönlendirici ve lojistik destek sağlayan bir güç olarak sahnedeydi.
İran-İsrail çatışması, bölgedeki daha geniş jeopolitik mücadelelerden bağımsız olarak değerlendirilemez. Bu çekişmenin temelinde, siyasi egemenlik, dini liderlik ve petrol ile doğalgaz gibi stratejik kaynaklar üzerindeki denetim mücadelesi yatmaktadır.
3. Gölge Savaşlardan Nükleer Krize
2000’li yıllardan itibaren İran ile İsrail arasındaki rekabet, doğrudan çatışmalardan çok, örtülü operasyonlara dayalı bir ‘gölge savaşa’ dönüştü.
İki ülke; istihbarat operasyonları, bilim insanlarına yönelik suikastlar, nükleer tesislere sabotajlar, siber saldırılar ve vekil gruplar aracılığıyla birbirine zarar vermeye başladı. Bu örtülü mücadele, resmi savaş ilanı olmadan sürdürülen en tehlikeli çatışma biçimlerinden biri haline geldi.
İsrail, İran’ın nükleer programını kendisi için varoluşsal bir tehdit olarak gördü. Tahran yönetimi nükleer çalışmalarının barışçıl olduğunu öne sürerken, İsrail bunu yalnızca zaman kazanmak için kullanılan bir bahane olarak değerlendirdi. 2009’da Natanz nükleer tesisine yönelik dijital sabotaj, bu gölge savaşın ilk büyük dönüm noktalarından biri oldu. “Stuxnet” adı verilen, büyük olasılıkla ABD ve İsrail’in birlikte geliştirdiği bir siber virüs, İran’ın santrifüjlerini fiziksel olarak devre dışı bıraktı. Bu saldırı, tarihteki ilk “siber silah” örneği olarak kayda geçti.
Aynı dönemde İranlı nükleer bilim insanları art arda suikastlara uğradı. Kimileri motosikletli saldırganlarca vuruldu, kimileri uzaktan kumandalı bombalarla hedef alındı. Olayların sorumlusu resmen açıklanmasa da şüphelerin odağında Mossad vardı.
Suriye ve Lübnan: Vekâlet Savaşlarının Cepheleri
İsrail, Suriye İç Savaşı’nı, İran’ın bölgedeki etkisini sınırlamak için stratejik bir fırsat olarak değerlendirdi. Beşar Esad rejiminin en güçlü destekçilerinden biri olan İran, bu süreçte Şam’a askerî, mali ve lojistik destek sağladı. Böylece Tahran’dan Bağdat ve Şam üzerinden Beyrut’a kadar uzanan stratejik bir kara koridoru oluşturdu. Bu hat sayesinde, İran Lübnan’daki müttefiki Hizbullah’a silah, füze ve kaynak transferini kolaylaştırdı.
Ancak İsrail, bu gelişmeyi bir “kırmızı çizgi” olarak ilan etti. Tel Aviv, İran’ın Suriye’de kalıcı bir askerî varlık kurmasına ve Akdeniz’e uzanan bir kara köprüsü oluşturmasına kesinlikle karşı çıktı. Bu çerçevede, İsrail Hava Kuvvetleri, Suriye topraklarında İran Devrim Muhafızları, Hizbullah konvoyları, silah sevkiyat hatları ve füze depolarını hedef alan yüzlerce hava saldırısı gerçekleştirdi. Bu operasyonlar, İsrail’in bölgesel güvenlik stratejisinin bir parçasıydı ve İran’ın “Akdeniz’e açılan penceresini” kapatmayı hedefliyordu.
İsrail’in bu müdahaleleri resmi bir savaş ilanı olmaksızın gerçekleşti; çünkü İsrail ve Suriye 1948 Arap-İsrail Savaşı’ndan bu yana hiç barış yapmadı. İki ülke teknik olarak hâlâ savaş hâlinde. İsrail, 1967’deki Altı Gün Savaşı sırasında Suriye’ye ait Golan Tepeleri’ni ele geçirmiş ve 1981’de tek taraflı olarak ilhak etmişti. Bu bölge o tarihten beri İsrail’in Suriye politikasında hem askeri hem jeostratejik bir öncelik hâline geldi.
8 Aralık 2024’te Suriye’de muhalif güçler Esad rejimini devirdikten sonra, İran’ın bu ülkedeki etkisi belirgin şekilde zayıfladı. Bu gelişmeyi kritik bir dönüm noktası olarak değerlendiren İsrail, Yom Kippur Savaşı sonrası 31 Mayıs 1974’te imzalanan ateşkes anlaşmalarından bu yana ilk kez Suriye topraklarına fiilen girdi. İsrail ordusu, Suriye’deki bazı silah depolama tesislerini stratejik tehdit olarak görerek, bu tesislerin İran yanlısı milislerin ya da kontrolsüz grupların eline geçmesini engellemek amacıyla imha etti.
Bu denklemde Lübnan da kilit bir rol oynadı. İran’ın desteğiyle güçlenen Hizbullah, hem askeri kapasitesi hem ideolojik bağlılığı nedeniyle İran-İsrail geriliminin önemli bir uzantısı hâline geldi. İsrail, 1982 ve 2006 yıllarında Lübnan’a yönelik geniş çaplı askeri operasyonlarla Hizbullah’ı zayıflatmaya çalıştı. Ancak tüm çabalara rağmen örgüt, Güney Lübnan’daki etkinliğini büyük ölçüde korudu.
Son olarak, 13 Haziran 2025’te İsrail’in İran’a yönelik geniş çaplı bir saldırı başlatmasının ardından Hizbullah’tan gelen açıklama, gerilimin bölge geneline yayılma riskini ortaya koydu. Örgüt yaptığı yazılı açıklamada, “İsrail’in bu saldırısı, ABD’nin tam desteği ve himayesiyle bölgede tüm kural ve dengeleri hiçe sayan bir tırmanıştır” ifadelerini kullandı.
Peki Bölgesel ve Küresel Aktörler Ne düşünüyor? Yeni Dengeler Nasıl Kuruluyor?
İran-İsrail çatışması, sadece bu iki ülkeyi değil, küresel güç dengelerini de etkiliyor. ABD, İsrail’in en büyük askeri ve diplomatik destekçisi konumundayken, İran bu dengesizliği Rusya ve Çin ile kurduğu ilişkilerle dengelemeye çalışıyor. ABD’nin 2018’de İran nükleer anlaşmasından (JCPOA veya Ortak Kapsamlı Eylem Planı) çekilmesi, Tahran-Washington hattındaki tansiyonu yükseltti ve bu gerilim, dolaylı olarak İran-İsrail hattına da yansıdı.
Bugüne dek yaşanan çatışma, klasik anlamda bir devletlerarası savaş değil, daha çok asimetrik bir mücadeleydi. İran, doğrudan karşı karşıya gelmeden, Hizbullah gibi vekil aktörler aracılığıyla bölgedeki nüfuzunu artırmayı hedefliyordu. İsrail ise sınır ötesinde faaliyet gösteren, düzensiz ve sivillerin arasına karışan bu gruplarla baş etmek zorunda kalıyordu.
Siber güvenlik de bu çatışmanın giderek önem kazanan bir boyutu oldu. Stuxnet saldırısının ardından İran, İsrail’in su altyapısı ve finans sistemlerini hedef alan siber saldırılarla misillemede bulundu.
İsrail’in nükleer silaha sahip olduğu yaygın olarak kabul edilse de resmen doğrulanmış değil. Buna karşılık İran’ın nükleer programı hem bölgesel hem de küresel güvenlik açısından en çok tartışılan konulardan biri. 2015’te imzalanan İran nükleer anlaşması, İran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerini sınırlandırmayı ve buna karşılık yaptırımların kaldırılmasını öngörüyordu. Ancak İsrail, bu anlaşmanın İran’ı durdurmaya yetmediğini savundu.
2018’de ABD’nin bu anlaşmadan çekilmesiyle İran, taahhütlerini aşamalı olarak terk etti. 2021 itibarıyla uranyum zenginleştirme oranını %60’a çıkaran İran, silah üretimine oldukça yakın bir düzeye ulaştı. Bu gelişmeler, İsrail için kırmızı alarm anlamına geldi. Nükleer İran ihtimali Tel Aviv tarafından “varoluşsal bir tehdit” olarak tanımlandı ve askeri müdahale olasılığı açıkça gündeme geldi.
İsrail’in cevabı, bir dizi örtülü operasyon oldu. İranlı nükleer bilim insanlarına yönelik suikastlar ve nükleer tesislere düzenlenen siber saldırılar bu çerçevede değerlendirilmelidir. 2020’de nükleer programın kilit isimlerinden Muhsin Fahrizade’nin öldürülmesi, bu gerilimin en dikkat çekici örneklerinden birisiydi.
Uluslararası Hukuk ve Meşruiyet Tartışmaları
İran-İsrail çatışması, egemenlik, güç kullanımı ve insan hakları gibi temel uluslararası hukuk ilkeleri açısından da ciddi sorunlar doğuruyor. BM Anlaşması’nın 2. maddesinin 4. Fıkrası devletlerin başka devletlere karşı güç kullanmasını yasaklarken; İsrail, Suriye’deki operasyonlarını BM’nin 51. maddesine dayandırarak “meşru müdafaa” gerekçesiyle savunuyordu. İran ise bu saldırıların Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiğini öne sürüyor.
Öte yandan, İran’ın Hizbullah gibi silahlı gruplara verdiği destek de hukuki açıdan tartışmalıdır. Uluslararası hukuk genel olarak devletlerin başka ülkelerdeki silahlı grupları desteklemesini yasaklıyor. Ancak İran, Hizbullah’ı meşru bir direniş hareketi olarak tanımlamakta ve desteğini “mazlum halklarla dayanışma” çerçevesinde meşrulaştırmaya çalışmaktadır.
İnsan hakları ihlalleri de çatışmanın önemli bir boyutunu oluşturmaktadır. İsrail’in Gazze’deki operasyonları sırasında katliam boyutuna varan sivil kaybını büyüklüğü, birçok uluslararası kuruluş ve başta Türkiye olmak üzere devlet tarafından ciddi eleştirilere konu olmuştur. Öte yandan, İran’ın hem kendi muhaliflerine yönelik uygulamaları hem de desteklediği aktörlerin (örneğin Suriye rejimi) insan hakları sicili de benzer biçimde uluslararası raporlarda eleştirilmiştir.
4. Kritik Dönemeçler
2020 yılı, İsrail-İran çatışmasında bir dönüm noktası oldu. Taraflar artık gölgelerin ardına saklanmak yerine doğrudan mesajlar vermeye başladı ki bu mesajlar artık kanla yazılıyordu.
Ocak 2020’de, İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani, ABD tarafından Irak’ta düzenlenen bir drone saldırısıyla öldürüldü. İsrail bu suikastın faili olmasa da destekçisi olarak görülüyordu. Süleymani, İsrail’e karşı vekalet savaşında kilit isimdi. Ölümü, İran için hem askeri hem de sembolik büyük bir kayıptı.
İran, birkaç gün içinde Irak’taki Amerikan üslerine füzelerle karşılık verdi; asıl mesaj ise Tel Aviv’e yönelikti: “Sıra sende.”
2024’te İsrail, Suriye’nin başkenti Şam’daki İran Konsolosluğu’na füze saldırısı düzenledi. Bina yıkıldı, aralarında üst düzey Devrim Muhafızları komutanlarının da bulunduğu çok sayıda kişi hayatını kaybetti. Bu diplomatik dokunulmazlık ihlali uluslararası alanda tepki çekti. İsrail, konsolosluk binasının askeri karargâha dönüştüğünü savunurken, İran bunu adeta savaş ilanı olarak algıladı.
Nisan 2024’te İran, kendi topraklarından fırlattığı 300’ün üzerinde insansız hava aracı ve füze ile İsrail’i hedef aldı. Bu, İran’ın İsrail’e doğrudan gerçekleştirdiği ilk büyük saldırıydı. İsrail hava savunma sistemleri birçok saldırıyı etkisiz hale getirse de, bu olay çatışmanın yeni bir evreye geçtiğinin işaretiydi. İran açıkça mesaj verdi: “Artık vekil güçlerin arkasına saklanmıyoruz.”
Birkaç hafta içinde İran’daki askeri tesislerde patlamalar ve sabotajlar yaşandı. Tahran bu olaylardan İsrail’i sorumlu tuttu. Böylece çatışma sadece gizli operasyonlar değil, açık gerilimle de yüzleşiyordu. Benjamin Netanyahu’nun aşırı sağ ile kurduğu koalisyon, İran’a karşı sertlik yanlısı politikaları destekliyordu. Ancak ülkede savaş yorgunluğu büyüyor, halk bölgesel bir çatışmanın kapıda olmasından endişeleniyordu.
Bu sırada İran ile Suudi Arabistan’ın barışması ve Körfez ülkeleriyle İsrail arasındaki diplomatik soğuma, Ortadoğu’da yeni bir denge arayışına işaret ediyordu.
İsrail’in, insansız hava araçları ve 200’den fazla savaş uçağı ile İran’ın nükleer ve askeri altyapısına yönelik kapsamlı saldırısı olan “Yükselen Aslan Operasyonu” İran’ın nükleer programındaki hızlı ilerleme nedeniyle gerilimin tırmandığı bir dönemde gerçekleştirildi. Bir gün önce Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA), İran’ı denetçilerle iş birliği yapmadığı gerekçesiyle 20 yıl sonra ilk kez resmen kınamıştı. Saldırının ardından ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, operasyonla ilgileri olmadığını vurgularken, İran’ı Amerikan personeli ve çıkarlarına yönelik saldırılardan kaçınmaya çağırdı. Ancak ABD Başkanı Donald Trump, İran’a yönelik daha sert bir tutum sergileyerek, ‘anlaşma yapılmazsa sıradaki saldırılar daha yıkıcı olacak’ açıklamasında bulundu.
İran, geçmişte çeşitli misilleme yöntemleri kullandı: ticari gemilere saldırılar, vekil gruplar üzerinden operasyonlar, siber saldırılar, Hürmüz Boğazı’nı kapatma tehditleri ve koordineli füze-insansız hava aracı salvoları. İran’ın şu andaki tepkisinin, doğrudan ABD veya Körfez ülkelerini savaşa çekme riskinden kaçınması ancak İsrail kentlerine seyir ve balistik füzelerle birlikte insansız hava araçlarının kullanıldığı koordineli ateş gücü saldırıları olduğu görülüyor.
Peki Modern Savaşın Yeni Yüzü ‘Ateş Gücü Saldırısı’ Nedir?
Ateş gücü saldırıları, hava, kara ve denizden hassas güdümlü silahlarla yapılan koordineli ve çok alanlı saldırılardır. Rusya’da “temassız harp” olarak tanımlanan bu doktrin, kritik altyapılara uzaktan hassas saldırılarla operasyonel ve stratejik hedeflere ulaşmayı hedefler. Çin Halk Kurtuluş Ordusu ise bunu beş ana harp sisteminden biri olarak kabul eder. ABD’de ise benzer kavramlar ile düşmanın savunma ve karar alma süreçlerini felç etmek amaçlanır.
İran’ın Geçmiş Ateş Gücü Saldırıları şunlar:
- Eylül 2019, Abkayık-Hurays Saldırısı: İran destekli milisler, Suudi Arabistan’ın iki büyük petrol tesisine drone ve balistik füzelerle saldırdı. Bu, günlük 5,7 milyon varillik üretimin durmasına yol açtı ve düşük maliyetli drone’ların stratejik etkisini gösterdi.
- Ocak 2020, Şehit Süleymani Operasyonu: ABD’nin Süleymani’yi öldürmesine misilleme olarak İran, Irak’taki Amerikan üslerine 12’den fazla balistik füze fırlattı. Can kaybı yaşanmasa da, doğrudan İran topraklarından yapılan bu saldırı büyük bir tırmanma işaretiydi.
- Ocak 2024: İran destekli milisler, Irak’taki Ayn el-Esed Üssü’ne sınırlı roket ve balistik füze saldırıları gerçekleştirdi. Suriye ve Irak’taki yoğun saldırıların devamı olan bu saldırılar genellikle sembolikti.
- Nisan 2024, Gerçek Söz Operasyonu: İran, Şam’daki büyükelçilik saldırısına karşılık yaklaşık 170 drone, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze ile geniş çaplı saldırı düzenledi. Ancak İsrail ve müttefiklerinin hava savunması büyük oranda başarılı oldu.
Ukrayna Savaşı ve İran’ın Drone Stratejisi
Rusya-Ukrayna savaşı, muhtemel İran-İsrail Savaşı hakkında fikir veriyor. Rusya, Ukrayna’ya karşı İran yapımı “Şahid” drone’ları yoğun olarak kullandı. Bu drone’lar düşük maliyetli ve yerli üretime uygun. 2024’ün başlarında ayda ortalama 200 olan Şahid saldırısı, yılın ikinci yarısında 3 binlere kadar çıktı. Ancak Rusya’nın bu kapasiteyi yakalaması iki yıl sürdü.
İran’ın da gelecek 3 ayda 600 ila 5.000 drone saldırısı yapabileceği tahmin ediliyor. İsrail’in gelişmiş hava savunması ve İran’dan gelen mesafenin uzunluğu, bu drone saldırılarının etkinliğini azaltıyor. İsrail’in küçük yüzölçümü ve güçlü hava savunma sistemleri, İran’ın küçük ve orta ölçekli saldırılarının etkisini azaltıyor.
İran’ın yaklaşık 3.000 balistik füze stoğu bulunuyor ancak bunların sadece üçte birinden fazlası İsrail’i vurabilecek menzilde. Rusya’nın 90 günlük ortalaması yaklaşık 70 balistik ve 300 seyir füzesiyken, İran tek gecede 100’den fazla balistik füze fırlattı. Etkili saldırılar için İran ya büyük salvolar yapmalı ya da uzun süreli düşük yoğunluklu saldırılar düzenlemeli. Ancak İsrail hava kuvvetlerinin sürekli devriyesi nedeniyle bu riskli. İran’ın füze stoğu sınırlı olduğu için ‘ateş gücü’ savaşı uzarsa ABD’den düzenli mühimmat desteği alan İsrail avantajlı konuma geçecektir.
ABD Cephesinde Savaş Nasıl Görülüyor?
Washington, “Yükselen Aslan Operasyonu”nun geçici bir çatışma mı yoksa genişleyen bölgesel bir savaşın başlangıcı mı olduğunu değerlendirmek zorunda. İran’ın muhtemelen büyük bir çatışmadan kaçınıp stratejik sabırla bir yandan İsrail saldırılarına karşılık vermeye çalışacak ancak diğer yandan sırada nükleer programını devam ettirmenin yollarını arayacak.
Uzun süreli çatışma durumunda, kaynak mobilizasyonu ve askeri gücün etkin kullanımı belirleyici olacak. Ancak İsrail’e gönderilecek ek hava savunma sistemleri ve mühimmat, ABD’nin hedef alınmasına dolayısıyla savaşa girmesine sebep olabilir. Bu da Körfez’in çatışma bölgesi olmasına yol açar ki bu senaryoda küresel petrol piyasasının etkilenmemesi mümkün değil
5. Bölgesel Güç Mücadelesi ve Vekalet Savaşları
İran’ın Vekil Güçleri
İran, bölgedeki nüfuzunu işgal yoluyla değil, sadık milis gruplar aracılığıyla genişletmişti. Bu gruplar, İsrail’e karşı önemli bir askeri güç oluşturuyorlar:
1. Hizbullah (Lübnan): İran’ın en güçlü ve organize vekil gücü. Lübnan güneyinde neredeyse devletten bağımsız bir yapı kurmuş durumda. Suriye İç Savaşı’nda aktif rol oynadı ve gelişmiş füzeleriyle İsrail için sürekli bir tehdit oluşturuyor. İsrail, olası bir savaşta Hizbullah’ın yüzlerce füze atabileceğini belirtiyor.
2.Hamas ve İslami Cihad (Gazze): İran ile zaman zaman taktiksel farklılıklar olsa da, İsrail’e karşı mücadelede ortak hareket ediyorlar. 2023 ve sonrasında yaşanan Gazze çatışmalarında İran, Hamas’ın direniş ekseninin parçası olduğunu açıklamıştı. Böylece Gazze, İran’ın doğrudan savaş alanlarından biri haline geldi.
3.Haşdi Şabi (Irak): İran destekli bu milisler, hem ABD üslerine hem de İsrail hedeflerine karşı tehdit oluşturdu. Bazı hava saldırılarında hedef alındılar; İsrail’in Irak içindeki operasyonları iddiaları mevcut.
4.Ensarullah: Yemen’de İran destekli Husiler, son yıllarda İsrail’e karşı doğrudan cepheye katıldı. Kızıldeniz’de İsrail gemilerine yapılan saldırılar, bu vekalet ağının küresel ticareti bile hedef aldığını gösteriyor.
İsrail’in Müttefikleri
İsrail de bu çatışmada yalnız değil; özellikle son yıllarda Körfez ülkeleriyle gelişen ilişkiler, ona diplomatik ve istihbarat avantajı sağladı:
- Amerika Birleşik Devletleri: İsrail’in en güçlü müttefiki. Milyarlarca dolarlık askeri yardım, istihbarat ve teknoloji desteği sunuyor. ABD, İran’a karşı yürütülen siber operasyonlarda da rol oynuyor.
- Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn: 2020’de imzalanan İbrahim (Abraham) Anlaşmaları ile İsrail ile diplomatik ilişkiler kurdular. Resmi olarak İran karşıtı olmasalar da, istihbarat ve güvenlik iş birlikleri dikkat çekici.
- Azerbaycan: İran’ın kuzeyinde İsrail’e yakın bir müttefik. İsrail, İkinci Dağlık Karabağ Savaşı’nda Azerbaycan’a gelişmiş silah sistemleri sağlamıştı. Bu savaşta Ermenistan’a destek veren İran, Azerbaycan üzerinden sınırlarının izlendiğini iddia ediyor.
- Mısır: Açık müttefik olmasa da, özellikle Gazze sınırında Hamas’a karşı İsrail ile askeri koordinasyon yapıyor.
Türkiye’nin Konumu: Denge Politikası
Türkiye hem İsrail hem İran ile dönemsel gerilimler ve yumuşamalar yaşamakta. Filistin konusunda sert söylemlere rağmen, 2022 sonrası İsrail’le normalleşme süreci başladı. İran’la ise komşuluk ilişkileri, enerji bağı ve bölgesel istikrar endişeleri nedeniyle dikkatli bir denge politikası izliyor.
Diplomatik Dönüşümler ve Bölgesel Dengeler
2020’deki İbrahim (Abahram) Anlaşmaları, İsrail ile BAE ve Bahreyn arasında diplomatik ilişkileri normalleştirdi. Bu gelişme, İran’ın bölgesel nüfuzuna karşı yeni bir cephe oluşturdu. Anlaşmalar, İran tarafından Filistin davasına ihanet ve İsrail’in meşruiyetini artırma girişimi olarak görüldü.
6. Bölgesel Krizden Küresel Satranç Tahtasına
Peki küresel aktörlerin bölgesel güçlerin çatışmaya dair tavrı nasıl?
Amerika Birleşik Devletleri: İsrail’in Ana Müttifiki ve Destek Dinamikleri
ABD, İsrail’in en güçlü müttefiki olarak her yıl milyarlarca dolarlık askeri yardım sağlamakta ve İran’ın nükleer programına karşı uzun süredir sert yaptırımlar uygulamakta. Donald Trump döneminde bu destek daha da perçinlenmiş, ABD 2018’de İran nükleer anlaşmasından (JCPOA) tek taraflı olarak çekilmiş ve ‘maksimum baskı’ politikası yürürlüğe konmuştur. Bu süreçte Trump yönetimi, İsrail’le yakın koordinasyon içinde İran’a karşı daha sert bir dış politika izlemiştir.
Buna karşın, Joe Biden yönetimi diplomatik kanalları yeniden devreye sokarak İran’la sınırlı da olsa diyaloğu canlandırmayı amaçlamıştır. Ancak İsrail’in 2024’te gerçekleştirdiği doğrudan saldırılar, bu çabaları ciddi biçimde zora sokmuştur. ABD, bu saldırılarda doğrudan askeri müdahaleden kaçınmış ve daha temkinli bir tutum benimsemiştir.
Son gelişmeler, Washington’un İsrail’e koşulsuz destek politikasının devam edip etmeyeceği yönünde iç politikada tartışmaları da artırmıştır. Amerikan kamuoyunda ve Kongre’de, özellikle ilerici çevreler arasında (yani Demokrat Parti’nin sol kanadından bahsediyorum) İsrail’in bölgesel politikalarına yönelik eleştiriler belirgin biçimde yükselmektedir. Bu durum, ABD-İsrail ittifakının geleceğine dair yeni soru işaretlerini gündeme getirmiştir.
Rusya: İran’a Yakın, İsrail’le Temkinli İlişki
Rusya, uzun süredir İran ile yakın iş birliği içinde; özellikle Suriye iç savaşında Esad rejimini birlikte desteklediler. Moskova, İran’ın Suriye’deki varlığını bir şekilde kabul ederken, Tahran’a savunma sistemleri ve nükleer teknoloji sağladı. Öte yandan Rusya, İsrail ile ilişkilerini tamamen kesmiş değil; İsrail’in Suriye’deki hava saldırılarına genellikle itiraz etmedi. Dolayısıyla Rusya, bu iki ülke arasında dengeyi korumaya çalışan stratejik bir aktör olarak öne çıkıyordu.
Ancak çatışmaların son evresinde bu statü bozuldu. İsrail Başbakanı Netanyahu, Moskova’dan arabuluculuk rolü bekledi fakat Kremlin bu talebi ‘Bu savaş bizimki değil‘ diyerek reddetti. Rusya’nın resmi açıklaması, “Arabuluculuk gibi girişimler etkisiz kalır” yönündeydi.
Bununla birlikte, Rusya başka bir yandan çatışmayı diplomatik kanallar üzerinden de çözmeyi önerdi. Putin, hem İsrail Başbakanı’yla hem de İran Cumhurbaşkanı’yla yaptığı görüşmelerde, gerilimin azaltılması için hazır olduklarını yineledi. Ancak bu öneri, Netanyahu tarafından kabul görmedi. Moskova, ne doğrudan müdahil ne de tamamen tarafsız kalamayan; daha çok çatışmayı dışarıdan yönlendirmeye çalışan, temkinli bir arabulucu profili çiziyor.
Çin: Stratejik Yatırımcı ve Sessiz Güç
Çin, hem İran hem de İsrail ile güçlü ekonomik ilişkilere sahip bir ülke. 2021’de İran’la 25 yıllık kapsamlı bir iş birliği anlaşması imzalayan Çin, İran’dan enerji ithal ediyor ve bu ülkeyi Kuşak ve Yol Projesi’ne (Belt and Road Initiative – BRI) entegre ediyor. Çin’in 2013 yılında başlattığı ‘Kuşak ve Yol Projesi’, Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarını birbirine bağlayan kara ve deniz ticaret yolları oluşturarak, Çin’in küresel ekonomik etkisini artırmak ve ticaretin önündeki altyapı engellerini kaldırmak olan bir projenin adı. Ancak Çin aynı zamanda İsrail ile de teknoloji ve altyapı alanlarında önemli projelere imza atıyor.
Bu nedenle Çin, İsrail-İran çatışmasında genellikle tarafsız ve sessiz bir duruş sergiliyor. Ancak son günlerde yaşanan doğrudan saldırılar karşısında sessizliğini bozdu. Çin’in Birleşmiş Milletler Temsilcisi, İsrail’in İran topraklarına yönelik saldırılarını açıkça kınadı. Dışişleri Bakanı Wang Yi ise hem İranlı hem de İsrailli mevkidaşlarıyla görüşerek, tansiyonun düşürülmesi çağrısında bulundu.
Çin’in politikası açık: Askeri müdahaleye karşı, diplomatik çözümden yana. Ancak çatışma bölgeyi istikrarsızlaştırır ve enerji güvenliğini tehdit ederse, Pekin’in daha aktif bir diplomatik rol üstlenmesi kaçınılmaz olabilir. Peki neden?
Kızıldeniz ve Hürmüz Boğazı üzerinden geçen petrol ve sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) sevkiyatı, küresel enerji arzının bel kemiğidir. İran, bu deniz yollarını kapatma tehdidiyle Batı’ya baskı yapabilmekte; İsrail’e yönelik saldırılar ise enerji fiyatlarında ani artışlara ve piyasalarda dalgalanmalara neden olmakta…
Çin, Dünyanın En Büyük Petrol İthalatçısı olup, ham petrolünün yaklaşık %70’ini ithal etmekte. u ithalatın %40’a yakını Orta Doğu’dan, özellikle Suudi Arabistan, İran, Irak, Kuveyt ve BAE’den geliyor. Yani Hürmüz Boğazı gibi stratejik geçitlerin kapanması, bu akışın kesilmesi anlamına geliyor. Petrol Fiyatlarındaki Artış, Çin’deki üretim Maliyetlerini Yükseltir. Çünkü Çin ekonomisi sanayi ve ihracat odaklıdır. Enerji maliyetlerindeki artış: Fabrika üretim maliyetlerini artırır, taşımacılık ve lojistik giderlerini yükseltir, Enflasyonist baskıyı tetikler ve tüm bunlar Çin mallarının küresel rekabetçiliğini zayıflatır. Kötü niyetli birisi olsa ABD’nin sırf bu sebeple bile İsrail’i İran’ı vurma konusunda cesaretlendirdiğini ve savaşın büyümesini arzuladığını söyleyebilirdi. Neyse ki ben öyle birisi değilim.
Avrupa Birliği: İlkesel Kınamalar ve Diplomatik Sınırlılıklar
Avrupa Birliği, hem İsrail’in sert politikalarını hem de İran’ın uranyum zenginleştirmesini eleştirmektedir. Ancak etkin bir arabuluculuk veya müdahale henüz gerçekleşmemiştir. Avrupa’daki enerji bağımlılığı azalmış olsa da, Orta Doğu’daki kriz Avrupa için de ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Kamuoyu bölünmüş durumda; bir kesim İsrail’i desteklerken, diğerleri Filistin yanlısı tutum sergilemektedir.
7. İsrail-İran Çatışması: Kritik Bir Dönemeçteyiz
İran’ın Rusya ve Çin’le yakınlaşması, İsrail’in Körfez ülkeleriyle gizli iş birlikleri ve Türkiye’nin denge politikaları, Orta Doğu’da yeni bir kutuplaşma izlenimi vermekte. Ancak çatışma bugüne dek klasik cephe savaşlarından çok, istihbarat operasyonları, drone saldırıları, propaganda ve siber saldırılar üzerinden yürümekteydi.
İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF), İran’ın nükleer silah geliştirme programının geri dönüşü olmayan bir aşamaya yaklaştığını değerlendirerek, kapsamlı askeri operasyon gerçekleştirdi ve İran aynı şiddetle karşılık verdi. İsrail ile İran arasındaki mücadele artık sadece sınır ötesi bir kriz değil. Peki u çatışma nereye varacak? Büyük bir savaş çıkacak mı? Biz bu savaşın neresindeyiz?
İsrail’in resmi olarak açıklamasa da 80–100 civarında nükleer başlığa sahip olduğu tahmin ediliyor. İran’ın ise 60% saflıkta zenginleştirdiği 400 kg uranyumunun on kadar nükleer bomba üretmeye yeteceği tahmin ediliyor. İran’ın silah yapımına teknik olarak birkaç adım kaldı. İsrail bazı bilim insanlarını öldürse de, İran’ın bilgi birikimini yok edemez. Eğer İran nükleer kapasitesini tamamlarsa bu bölgesel değil küresel bir nükleer krize dönüşebilir. Bu senaryo sadece Tel Aviv ve Tahran’ı değil; Washington, Moskova ve Pekin gibi büyük güçleri de içine çekecektir.
Türkiye açısından bakıldığında hem İsrail hem de İran’ın nükleer güç olması, bölgesel güvenlik dengeleri açısından son derece kritik bir tehdit algısı yaratmaktadır. Türkiye, doğrudan sınır komşusu olan İran’ın nükleer silah kapasitesine ulaşmasını, sadece askeri bir risk olarak değil; aynı zamanda stratejik bir güç dengesizliği olarak görmektedir. Öte yandan İsrail’in resmen kabul edilmeyen, ancak herkesçe bilinen nükleer kapasitesi de bölgedeki diğer aktörleri silahlanma yarışına sürüklemektedir. Ankara, bu nedenle uzun süredir Ortadoğu’nun nükleer silahlardan arındırılması gerektiğini savunmakta, her iki tarafın da silah kapasitesini sınırlayacak uluslararası denetim mekanizmalarının işletilmesini istemekte…
Sonuçta henüz iyi senaryo işliyor gibi görünüyor: İsrail ve İran karşılıklı zarar verme riskini kabul edip, gerginliği kontrollü şekilde sürdürmeyi seçmiş gibi görünüyor. Bir süre sonra Türkiye, Körfez ülkeleri ve Çin gibi aktörler arabuluculuk rolü üstlenmesi muhtemel. Ancak bu senaryo çatışmayı çözmez, sadece patlama zamanını geciktirir. Açıkçası savaşın gidişatına Trump karar verecek gibi görünüyor, ancak bu karar da iki taraflı ballı değnek. Çünkü petrol fiyatlarının artması Çin’i ekonomik açıdan zayıflatıp ABD ekonomisine en azından bir süre için toparlanma fırsatı verirken diğer yandan Rusya’nın petrol gelirlerini arttırıp, Ukrayna cephesinde güçlenmesine dolayısıyla Avrupa üzerindeki tehdidini arttırmasına yol açar. Kötü niyeti birisi Avrupa’dan Trump’a ne ki diyebilir? Belki bu fırsattan istifade Grönland üzerindeki emellerini gerçekleştirebilecek fırsat da yakalayabilir, diyebilir. Bunlar kâbus senaryoları Allah fırsat vermesin diyelim.
Türkiye’nin Durumu
İran ile İsrail arasında yaşanabilecek büyük ölçekli bir savaş, Türkiye’yi sadece coğrafi yakınlığı nedeniyle değil, siyasi ve ekonomik dengeleri açısından da doğrudan etkileyebilir. Türkiye, hem İran’la sınır komşusu, hem de İsrail ile diplomatik ilişkileri olan nadir ülkelerden biri olarak, bu çatışmanın merkezine oldukça yakın.
Böylesi bir savaşın ilk etkisi güvenlik alanında hissedilecektir. Türkiye-İran sınırı boyunca istikrarsızlık artabilir. Özellikle İran’ın iç karışıklığa sürüklenmesi, sınır hattında kaçakçılık, silah ve militan geçişlerini tetikleyebilir. Bu da Türkiye’nin doğu sınırında askeri tedbirleri artırmasına neden olabilir. Biliyorsunuz Türkiye, geçmişte Suriye sınırındaki mayınları da temizlemişti. Sonrasında Suriye’deki iç karışıklıklar sonrası mayınsız hale gelen güzergahlardan Türkiye’ye milyonlarca insan kazasız belasız ülkemize göç etmişti. Bu olduya rağmen 2021 yılında Türkiye-İran sınırında 100 bine yakın mayın da temizlendi. İran’da bir kriz yaşanması halinde, Türkiye’ye doğru yeni bir mülteci dalgası yaşanması da kuvvetle muhtemel. Afgan mültecilerin ardından İranlı sığınmacılar ya da etnik gruplar Türkiye’ye yönelirse, bu durum hem ekonomik hem de sosyal açıdan yeni yükler getirebilir. Bir yanda 23 milyonluk Suriye’den gelen mülteci sayısını gözünüzün önüne getirin diğer yandan 90 milyonluk İran’da gelebilecek olanı. Zaten hassas olan iç siyasette mülteci karşıtlığı daha da yükselir ki bu durum Zafer Partisi genel başkanı Ümit Özdağ’ı hapiste tutarak atlatılabilecek süreç değil.
Tarih boyunca göçler, sadece insanların yer değiştirmesi değil; devletlerin kaderini belirleyen büyük kırılmaların da tetikleyicisi olmuştur. Kontrolsüz, yoğun ya da zorunlu göç hareketleri; kimi zaman bir ülkenin demografik dengesini bozmuş, kimi zaman siyasi yapısını zayıflatmış, kimi zaman da doğrudan çöküşe yol açmıştır.
Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Batı Roma İmparatorluğu’dur. Kavimler Göçü sırasında Germen topluluklarının Roma topraklarına akın akın yerleşmesi, önce askerî dengeyi, ardından siyasal yapıyı sarstı. Roma, bu göç dalgasını yönetemedi ve 476 yılında tarihe karıştı.
Çin’in baskısıyla batıya göç eden Hunlar da benzer bir etki yarattı. Bu göçler zinciri, sadece Çin’i değil; Avrupa’yı da etkiledi. Attila liderliğindeki Batı Hunları kısa ömürlü olsa da, Avrupa’daki düzeni derinden sarstı.
Doğu’da Sasani İmparatorluğu, Arap kabilelerinin akınlarıyla zayıfladı. İran’dan Suriye’ye ve Irak’a yayılan bu yeni göç ve fetih dalgası, İslamiyet’in doğuşunu hızlandırdı. 651 yılında Sasaniler tarih sahnesinden silindi.
Abbâsî Halifeliği, Türklerin ve Moğolların akınlarıyla içten içe aşındı. 1258’de Bağdat, Moğol orduları tarafından yerle bir edildi. Bu yıkım, sadece Abbâsîleri değil, tüm İslam dünyasını etkileyen bir kırılma noktasıydı.
Bizans İmparatorluğu ise Slavlar, Peçenekler ve Türk göçleriyle yıprandı. Özellikle Malazgirt’ten sonra Anadolu’ya yönelen büyük Türk göçü, Bizans’ın iç dengelerini bozdu. Son darbeyi ise 1453’te Osmanlı vurdu.
Altın Orda Devleti, iç göçler, etnik rekabet ve Timur istilasıyla çöktü. Moskova Knezliği’nin yükselişi de bu çöküşte etkili oldu. Aynı şekilde Rus Çarlığı, Orta Asya ve Kafkaslar’daki etnik çeşitlilik ve göçlerin yarattığı ayrışmaları yönetemedi. Bu kırılgan yapı, 1917’de devrimle sonuçlandı.
Osmanlı Devleti ise tarih boyunca Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğu’dan büyük göçler aldı. Bu nüfus hareketleri kimi zaman Osmanlı’ya güç kazandırdı, kimi zaman da sosyal dengeleri bozarak isyanlara ve iç çatışmalara yol açtı. 19. yüzyılda başlayan etnik ayaklanmalar ve milliyetçilik akımları, bu göçlerin ardından gelen en sarsıcı sonuçlardı.
Kısacası göç, sadece insanların değil, devletlerin de tarihini değiştirir. Bazen bir imparatorluğu yıkar, bazen yenisini kurdurur. Ama ne olursa olsun, kontrolsüz göç hareketleri, güçlü görünen yapıların dahi çökmesine neden olabilir. Kimse de Türkiye’nin bu açıdan bir ayrıcalığı olduğunu iddia etmesin.
Ekonomik açıdan bakıldığında ise, İran ve Basra Körfezi üzerinden geçen enerji hatlarının zarar görmesi Türkiye’nin petrol ve doğalgaz maliyetlerini ciddi şekilde artırabilir. Lojistik zincirlerde yaşanacak kesintiler, ihracat ve ithalatı doğrudan etkiler.
İran-İsrail çatışması, Türkiye’nin iç toplumsal dengelerini de etkileyebilir. Mezhep temelli gerilimler, Türkiye’deki Sünni-Şii hassasiyetlerini kaşıyabilir. Öte yandan Gazze, Kudüs gibi sembolik meseleler üzerinden sokağa taşan protestolar ve siyasi kutuplaşma da ihtimal dahilindedir.
Bu ortamda Türkiye diplomatik olarak da baskı altında kalabilir. Hem NATO üyesi hem de bölge ülkesi olarak Ankara, “tarafını seç” baskısıyla karşı karşıya gelebilir. Amerika Birleşik Devletleri ve Batı dünyasının beklentileri ile bölge dengeleri arasında sıkışan Türkiye için tarafsız kalmak giderek zorlaşabilir.
Aynı zamanda, bu kriz Türkiye için bir arabuluculuk fırsatı da doğurabilir. Ankara’nın hem İsrail hem İran ile konuşabiliyor olması, onu potansiyel bir arabulucu haline getiriyor. Ancak bu rolü üstlenmek hem riskli hem de dikkatle yürütülmesi gereken bir süreç olacaktır. Başarılı olunursa uluslararası prestij kazanılabilir; ancak başarısızlık, itibar kaybına yol açabilir.
Son olarak, bölgedeki çatışma ortamı Türkiye’nin turizm gelirlerini ve yabancı yatırım potansiyelini de etkileyebilir. Savaşın Türkiye’ye sıçraması olmasa bile, algısal düzeyde bölgesel bir kriz algısı turist sayısını ve ekonomik güveni olumsuz etkileyebilir.
Kısacası, İran ile İsrail arasında büyüyecek bir savaş, Türkiye’yi çok yönlü bir biçimde etkileyebilir: Güvenlikten ekonomiye, diplomasiden toplumsal barışa kadar geniş bir yelpazede… Bu nedenle Ankara’nın atacağı her adım, yalnızca bölge değil, ülkenin geleceği açısından da kritik olacaktır.